Çeviren: Mesut Özden Gözütok
Korkunçtu, gerçek anlamda korkunçtu. Eğer bu durum uzayıp gitseydi, kendi kendine cevap veremeyecekti. “Ama, Tanrım!” diyordu, “Ben neden böyleyim? Neden bu olduğum gibiyim? Gerçeklikle karşılaşınca, her şey, bulutlar içinde kaybolan, güçlü olma niyetlerine dönüşüyor.”
Çocukluğundan beri zavallı Jose, ruhunun en derin yerinde, azımsanamayacak kadar çok sıkıntı veren şöhreti, ona iyi insan şöhreti veren o zayıflığı dünyaya göstererek, iflah olmaz kararsızlığını korumuştu. Çünkü iyi biri, olumlu anlamda iyi biriydi ve eğer birkaç kez o noktaya kadar gelip patlama anından kaçındıysa, bu iyilikten ve düşünceli olmaktan kaynaklanıyordu; bundan emindi. Tamamen bilincindeydi ki, öyle olmasa, en az birkaç kez insanların canını yakacak duruma gelmişti, çünkü özellikle melek görüntüsünün altında bir canavar yatıyordu. Böylelikle sadece dış görünüşe bakarak karar veren insanlar, onun iyiliğiyle iradesizliğini birbirine karıştırıyordu. Ta ki bir gün patlayana kadar!
Artık patlama günü gelmişti. Söz konusu olan sadece kendisi değil, çocukları ve karısıydı, kendine emanet edilenlerin geleceğiydi. Bir aile babası ne aziz olmayı göze alabilirdi ne de ayrıca kendisini soymak için uğraşanlara pabuç bırakabilirdi. Bu kötülüğe direnmeme işi keşişlerin işiydi. Mükemmel bir hıristiyan olmak, ailenin ihtiyaçları açısından uygun mu? Çocuklarını, iyiliğinin kurbanı yapamazdı, içinde uyuyan canavarı, bir an için dürtmeliydi. Uysal Jose’nin, sabırlı Jose’nin şimdi kim olduğunu göreceklerdi.
Neyle ödeyeceğini bilmediği, boyunu aşan borçlarını düşünerek çok sıkıntılı bir gece geçirmişti. Yani evet, ödeyecek parası vardı ama kendisine borçlu olanlara dağılmıştı. Borçlar, sahip olunan krediyi aşınca, insanı sıkıştırmasından daha kötü bir şey var mı? Alacaklılarına, kendisine borçlu olanları affettiği gibi, onu affetmesini söyleyemiyordu, çünkü bir alacaklı cennetteki babamız gibi mükemmel değildir. Cesaretini topladı, şapkasını giydi ve kendisinin olanı tahsil etmek için çıktı.
Kelime kelime, tekrar edip prova yaparak, gördüğü ilk borçludan parasını almasını sağlayacak, o çok sert konuşmasını hazırlıyordu ki, bakışları uzakta, içlerinde en uysal olan borçlusunu seçince, coşkusu uçup gitti, kalbi hızla çarptı, yolunu değiştirip başka bir sokağa girdi ve şöyle söylendi: “Ama, efendim, neden böyleyim?”. Rolünü iyi çalışmamıştı ve beklenmedik anda karşılaşma, kendine güvenini yok etmişti.
Çocuklarını, karısını, sağa sola dağılmış parasını hatırladı ve cesaret dolu halde, başka bir borçlusunun evine çıktı. Yavaşça, merdivenleri sayarak çıkıyordu; her adımda, kalp çarpıntıları yüzünden, dinlenmek zorunda kalıyordu; üç ya da dört kez saatine baktı, kapıya vardı ve içerden ayak sesleri duyunca rengi atmış halde kapıyı çalmadan döndü ve koşar adım merdivenlerden indi. Ayak sesleri ona, Eustaquio’ya aitti. Hazırlanmak için ona fırsat vermiyorlardı, gardını almadan karşısına çıkıp onu şaşırtıyorlardı!
Kendi kendine şöyle diyerek, mübarek yolu arşınlıyordu:
“Ama, ben neden böyleyim?”, o esnada arkadan duyduğu sesle donakaldı: “Merhaba, Jose!”
Borçluları içinde, Jose’den en çok memnun olanı, boş elini uzatıyordu ve utanıp yumuşayarak elini sıktı. Bir sürü alâkasız meseleden konuştular ve diğeri, varmak üzere olup da Jose’nin son anda bir türlü açamadığı o mutluluk verici konuyu ima ederek, şans eseri üzerinde beş duro var mı diye sordu; ne hikmettir ki üzerinde olmadığını söyleyerek cevap verdi ve o, boş olan diğer elini de uzatıp şu sözlerle veda etti; “Diğer borcumu unutmadım.”
“Unutulmasın!… Bu da yeter!”
Kısa süre sonra Jose, üzerinde fazladan bir peseta olduğu mesut günlerde, bir fincan kahvesini içtiği kafenin yanından geçti.
Arkadaşlarından kimse var mıydı içerde? Girdi. Kocaman Ricardo, içki kadehi ve purosuyla kehvesini içiyordu.
“Benim paramla” diye söylendi Jose. “O içsin diye ben kendimden kısıyorum. Bu bilinecek!… Neyse, neyse, ben böyleyim işte…”
Ricardo’ya yaklaştı ve onu görünce, bir sürü abartılı selamlama hareketi yaparak şöyle dedi:
“Ne mutlu görene! Gökte ararken yerde buldum! Ne içersin?”
“Ah, teşekkürler, çok teşekkürler! Hiç, hiçbir şey… Adetim değil, biliyorsun ya…”
“Hadi dostum, bir şey iç, ben ısmarlıyorum”
“Hayır, hayır, teşekkürler.
“Pekâla, sen kaybedersin…”
Ricardo’nun kendine ait parayı, ona bir şey ısmarlamak için harcaması canını sıkıyordu. Ah, hayır! Zavallı, garsonun sorgulayan bakışıyla karşılaşmamak için, çekingen ve utanmış halde Ricardo’nun fincanına bakıyordu.
Biraz sohbetten sonra, küçük bir konuyu bahane edip çıkacağı esnada, Ricardo şöyle dedi:
“O konu aklımın bir kenarında. Unuttuğumu sanma; bugünlerde evine uğrayacağım. Borcumu yabana atmıyorum.”
“Yabana atma sakın! Kahveyi yabana atmadığın gibi mi?”
Eve vardığında, onu karşılamak için çocukları çıktı.
“Baba, geçen gün dediğin şeyi getirdin mi?
“Başka sefere, canlarım, başka sefere. Bugün biraz kötüyüm, başka sefer. Ricardo ve Eustaquio bana uğradıkları zaman.”
“Bir yerin mi ağrıyor baba?”
Karısı terzinin hesabını getirdi; Jose kâğıdı alıp odasına kapandı ve hesaba bakarak içi kan ağladı.
“Ama, Tanrım, neden böyle olmalıyım? Tanrı beni neden böyle yarattı acaba? Evine uğrayacağım diyor… Ne şakacı! El Mundo Comico dergisinin bir dahaki sayısında, benim hakkımda da bir fıkra çıkar artık. Küçükleri eğlendiren köpekler gibi, kaynanalar, İngilizler, okul hocaları ve iyi kalpli kocalar, bizler dünyayı eğlendiriyoruz. Çek, çek kuyruğunu, göreceksin, nasıl çığlık atıyor göreceksin! Korkma hadi, ısırmıyor ki, havlamıyor bile! O çok şakacı, ne yüzle bana öyle diyor: Ne kadar iyisin Jose, bu arada, okşar gibi yapıp cebimi bi yokla, bakalım ses çıkıyor mu… Sosyalizm! Sosyalizm! Sınıfların savaşı! Burjuvalar ve proletarya! İşletenler ve işletilenler! İlahi müzik! İki sınıf var sadece, sadece iki: borçlular ve alacaklılar. Peki ya benim durumumda olduğu gibi hem borçlu hem alacaklı olanlar? Bu korkunç! Birbiriyle savaşıp imha eden iki çelişkili unsura sahibim aynı bedende. Sadece onlar kadar yüzsüz borçlu olmak, ya da yumuşak yüzlü alacaklı işime daha fazla yarardı. Yumuşak yüzlülük, yumuşak yüzlülük! Herkes, kaplan bile aslanı övüp, zavallı tavşanla alay ediyor ve bununla birlikte, kartala gaga ve pençe, kaplana da pençeler ve çok güçlü çeneler, boğaya boynuzlar, serçeye hızlı kanatlar, tavşana hafif ayaklar, sineğe miniklik, kalamara mürekkep, arıya iğne, yılana zehir ve koyunlarla İngilizlere ağırbaşlılık veren Tanrının bizzat kendisi. Sonra, dünyanın bütün günahlarını silen, dinsiz bir Lessing gelip koyuna hakaret ediyor. Bütün o sıkıcı onur nutukları, kahramanvâri şeref meselesinin bütün o anti hıristiyan kanunlarının mucidi, bu muzaffer kaplanlar.
Peki şimdi, bu hesapla ne yapayım ben? Dilencinin biri benden sadaka istediğinde kara mizahla cevap verdiğim o günü hatırlıyorum: Uyum sağlamak! Kelimeyi kendi aklınca ve iyi bir şekilde yorumladı; beni hakaretlere boğdu ve kaçmak zorunda kaldım. Onun laneti peşimi bırakmıyor. Uyum sağlamak! Bana uyum sağlayanlar, meşe ağacına yapışmış ökse otu gibiler. Parazitler olmasa, fazla kaynaklar nereye gider? Uyum sağlamak! Hayat mücadelesi! Doğal seçilim! İşte bu kahramanlık felsefesi. Hâlâ hıristiyan şövalyelerden konuşsunlar bakalım!… Aman, aman, düşünmek istemiyorum; aile babalarını korkutan, beni tanımak istiyormuş gibi yapanları güldüren, korkunç makalemi yazdığım El Mundo Comico’nun son sayısı gelsin. Aynı sayıda, içinde bir İngilizin de olduğu, mutlu mesut Enrique hikâyesi de vardı…”
Hizmetçi kız, Don Enrique’nin beklediğini bildirdiğinde, Jose bunları düşünüyordu.
“Don Enrique… Enrique… Ödeme yapmaya gelmiş olmalı. Elini cebine sokacak ve ben, kaplan olmadığımdan, şöyle demek zorunda kalacağım: ‘Ah hayır, bu ne acele, bir gün önce bir gün sonra, ne fark eder!…’ O zaman Enrique elini cebinden çıkaracak…”
“Ona ne diyeyim beyefendi?”
“A, evet, bekle, bak! Elini cebinden çıkaracak… Çıkaracak ve bana uzatıp şöyle diyecek: ‘Madem acelen yok, bana beş duro daha ver düz rakam olsun, elli duro, bin real, böylece biraz faiz alırsın, ben de hepsini tek seferde öderim.’”
“Kapıda bekliyor, ne diyeyim beyefendi?”
“Doğru ya!… Zavallı Enrique, söyle gelsin!”
…
“Ama ben neden böyleyim, Tanrım?”
SON