Edebiyatımızdan şiiri, şiirimizden de ölümü çıkarsak geriye nerdeyse dünyadan bir katre kalır. Derin bir muamma olan ölümü; geçmişten bugüne hem felsefe hem de sanat içerden yaklaşarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışmıştır. Dinler, anlamak kadar tarif ettikleri ölümü duymaya duyurmaya talip olmuştur, buyruklarıyla. Kutsal kitaplar, devletler, iktidarlar ölüm korkusu ve sonrası ile insanı terbiye etmeyi seçmiştir. Ölüme yaklaştıkça hayattan bahsetmeyi seçen âdemoğlu en etkili eserlerini, sözlerini çoğunlukla ölümden en uzak mevsimdeyken vermiştir.
Bize bir şahdamarı kadar yakın ölümü hayattan daha çok sevmişizdir her daim. Hayata göstermediğimiz saygıyı, ilgiyi o değeri ölüme veririz. Ölüye dünyadayken vermediğimiz her türlü inceliği; o, dünyanın dışındayken itinayla yerine getirmek farklı kültür ve toplumlara göre daha çok hatta en çok ortadoğuya yani bize özgü bir davranıştır. Hayatı yaraştıramadığımız, süsleyip güzellediğimiz ölüye, bugünlerde değer gösterilmeyerek insan, iktidar yamaçlarından emir kipleriyle yeniden ve en derinden alçaltılmaya çalışılıyor. Eski Yunan’da Sofokles’in Antigone’de işaret ettiği zalim Kreon tarafından mezarsız bırakılarak değersizleştirilen insan, 21. yy’da yeni bir zorbalıkla karşı karşıya.
Baskıya karşı duran, mezarsızlığa karşı başkaldıran ölünün kız kardeşi Antigone’nin, iktidara karşı edindiği özgürlük mücadelesinden ölüyle serfie noktasına geldik. Özellikle egonun en yüksek yerlerinde kışlayan sanat dünyasındaki pratikler, bu gerçeğe bizi hep beraber bir pozla pozlatıp kaydediyor. Kendisini beğenmeye çağıran bu davetkâr pozlarla çirkin olduğumuzu düşündürenleri sildiğimiz, güzeli değil en güzeli aradığımız hakikatten uzaklaşan sahteliği katmerleyen bu alkış çağrılarına kulak verin diyoruz, durmadan hiç durmadan. Kimsenin kimseye değil herkesin sadece kendine baktığı, kendini kendinden menkul ekranla tarttığı, kendine baksın istediği o yerde, kendini beğensin diye sunduğu ve alışveriş puanları toplayan sepetler, kupon kesen yoksul umutsuz haneler gibi beğeni toplamaya çıkan bizler, o pozları toplamak için saatlerimizi nasıl harcıyoruz bir sahteliğe çalışırken?
Hayattayken politik ya da poetik hiçbir ortaklığımız olmasa dahi ölümüyle sandıkların içinde hatıra avcılığına çıkıp bulduğumuz en küçük bir fotoğrafı kenarından kırpıp yan yana olduğumuzu, iyi durduğumuzu, mutlu ve yakın olduğumuzu hayır, çok yakınlığımızı gösterecek o pozları beğeninize açan biz faniler bu konularda hep atağız, hep bir adım öndeyiz ölüden. Biri bir ölüyle ilgili soru sorsa diye köşede bekleyip ve aldığımız söze kendimizden başlayarak ölünün bize verdiği değeri ve bizim büyüklüğümüzü kelimeleri dolaştırarak ortaya koyduğumuz o sahte sevgi selinin aktığı gazetelerde birer selfie çektiğimizin farkında mıyız?
Biz ölümlü ölüler, öldükçe zararsızlaşıyor nesneleşiyor süslenecek bir şeye dönüşünce sevimlileşiyor, cicileşiyor ve en uzağımızdakilerin bile artık en çok sevdiği en çok hatırladığı en çok kendini bizim üzerimizden hatırlattığı biri oluyoruz. Ve beni sevin, beğenin diyen çağrılar şimdi bizi sevin, beğenin diyor, gazetelerden, dergilerden, ekranlardan akan sahte sevgi seli ile. Ölüyü hep iyi bilirdik diyen müezzinin çağrısına selfie çubuğuna dokunan parmaklarımızla yanıt veriyoruz.
Daha çok bir şairin /yazarın ölümünün ardından çeşitli isimlerden görüş alınır evvelden beri. Şimdilerde bu görüşler; anılan sanatçının kültür hayatımızdaki yerinden, eserlerinden, öneminden ve verimleriyle sanata katkısından daha çok, söz alanın kendisiyle kurduğu beşeri ilişki ve büyüklüğü, önemliliği üzerine oluyor. Ve her ölümle sahte bir sevgi seli akıyor gazetelerden dergilerden sanal ortamdan… Bu bağlamda yapılmak istenenden çok yapılan ile yani ölüyü bizim çok değerli olduğumuzu kamuya açıklatmaya zorlayarak ve büyüklüğümüzü ölünün ağzından söyleterek bir anlamda ölüsevicilik ile ölüyü yeniden öldürülüyoruz o son selfiemiz eşliğinde.