Blog

Nesnesiz Sanat: Süpremetizm

Süprematizm ile yaratıcı sanattaki saf hissin üstünlüğünü anlıyorum. Bir süprematist için nesnel dünyadaki görsel fenomenler kendi içlerinde anlamsızdır; kayda değer olan, bu itibarla ortaya çıktığı çevreden oldukça ayrı olan hislerdir.

Bir duygunun bilinçli bir zihindeki sözde “maddileştirilmesi” gerçekten de birtakım gerçekçi anlayışların eşliğinde bu duygunun yansımasının maddileştirilmesi anlamına gelir. Böylesi bir gerçekçi anlayış süprematist sanatta değersizdir… Yalnız süprematist sanatta değil, genel olarak sanatta da durum böyledir, çünkü bir sanat eserinin (hangi okuldan olursa olsun) kalıcı ve gerçek değeri ifade edilen duyguya bağlıdır.

Akademik natüralizm, empresyonistlerin natüralizmi, Cezanneizm, kübizm vb. bir açıdan, bir sanat eserinin gerçek değerini belirleyemeyecek diyalektik yöntemlerden fazlası değildir. Nesnelliği amacı olarak gören bir gösterimin, bir bakıma sanatla hiçbir bağı yoktur, buna rağmen bir sanat eserinde nesnel formların kullanımı onun sanatsal değerinin yüksek olabilme ihtimalini imkansızlaştırır. Dolayısıyla, süprematistlere göre temsile uygun araçlar her zaman için hislerin olası en yoğun ifadesine yer veren ve nesnelerin benzer görünümünü reddeden araçlardır. Nesnellik, Süprematist için kendi içinde anlamsızdır; bilinçli zihnin kurguları değersizdir. Hisler belirleyici etmendir… Dolayısıyla sanat nesnesiz temsile süprematizm ile ulaşır. Hisler dışında hiçbir şeyin algılanamadığı bir “çöle” kavuşur.
Saf hisse dikkatini vermeleri için, tüm sanatçılar yaşamın ve sanatın nesnel-ideal yapısını belirleyen her şeyi –fikirler, kavramlar, imajlar- bir kenara bırakmalıdır.

Geçmişin görünürde halen var olan, dine ve devlete hizmet eden sanatı süprematizmin saf sanatında yeni bir hayat elde edecek; yeni bir dünya -hislerin dünyasını inşa edecek.

1913 yılında, nesnelliğin ağırlığından kurtulmak için yaptığım çaresiz girişimimde, kare formuna sığındım ve beyaz bir yüzeyde siyah bir kareden fazlasını içermeyen bir resmi sergiledim. Eleştirmenler ve onların yanında halk kitlesi; “Sevdiğimiz her şey kayıp. Bir çöldeyiz… Karşımızda beyaz bir arka planda duran siyah bir kareden fazlası yok!” diye iç çekti.

“Utandıran” sözcükler “çöl” simgesini görünüşte defedebilirdi; böylece “ölü kare”, “gerçekliğin” (“hakiki nesnellik” ve ruhsal bir his) sevgili benzerliği olarak görülebilirdi. Kare, eleştirmenler ve halk kitlesi için anlaşılmaz ve tehlikeli gözüktü; tabi ki bu da beklenirdi.

Nesnesiz sanatın yüksekliğine tırmanış zorlu ve acı vericidir… Fakat yine de ödüllendiricidir. Tanıdık olan arka plana doğru daha da fazla uzaklaştı. Nesnel dünyanın hatları, en sonunda dünya- “sevdiğimiz ve onunla yaşadığımız her şey” görünürde kaybolana dek gittikçe daha çok soldu ve adım adım kayboldu.
Artık “gerçekliğe benzerlik”, idealist imgeler yok; yalnız bir çöl var! Ancak bu çöl nesnesiz duygulanımın her şeyi kaplayan ruhuyla dolu. Hatta çalıştığım ve yaşadığım “istencin ve düşüncenin dünyasını” ve inandığım gerçekliği bırakmaya gelince, korkuyla sınırlandırılmış bir çeşit uyuşukluk beni ele geçirdi. Ama nesnesizliği özgürleştirmenin verdiği keyifli his, beni hisler dışında hiçbir şeyin gerçek olmadığı “çöle” doğru çekti. Böylece hisler hayatımın temeli haline geldi. Sergilediğim yalnız “boş kare” değil aynı zamanda nesnesizliğin hislenimiydi. “Şeyin” ve “kavramın”, hissin ve anlayışın yeri geçtiğini ve istenç ve düşünce dünyası olarak yanlış anlaşıldığını farkettim. Buna göre süt şişesi, sütün sembolü müdür?

Süprematizm, zamanla “şeylerin” birikimi tarafından belirsizleşen saf sanatın yeniden keşfidir. Bana öyle geliyor ki Raphael, Rubens, Rembrandt’ın çizimleri, eleştirmenler ve halk için, buna sebep olan duygunun gerçek değerini gizleyen sayısız “şeylerin” bir araya gelişinden fazlası değil. Nesnel temsilin ustalığı onda hayran olunası tek şeydir.
Büyük ustaların işlerinden ifade ettikleri duyguyu çıkarmak mümkün olsaydı, halk ve onlarla birlikte eleştirmenler ve sanat bilginleri bunların gerçek sanatsal değerlerini asla gözden kaçırmazdı. Bu yüzden karemin halka boş gözükmesi o kadar da garip değildir. Eğer birisi bir sanat eserini nesnel temsildeki – yanılsamanın gerçeğe yakınlığı- ustalık temelinde yargılamakta ısrar ederse ve nesnel temsilin kendisinde uyandırdığı duygunun sembolünü gördüğünü düşünürse, hiçbir zaman için bir sanat eserinin memnuniyet verici içeriğinden pay alamayacaktır. Genel halk kitlesi bugün halen “çok sevgili gerçekliği” taklit etmeyi bırakırsa sanatın yok olmaya mahkûm olduğuna ikna durumda, bu nedenle saf duygulanımın soyutlanması unsurunun gittikçe nasıl daha fazla yol aldığını umutsuzlukla gözlemliyorlar…
Sanat artık dine ve devlete hizmet etmeyi umursamıyor, artık tarzların geçmişini tasvir etmeyi istemiyor, nesne ile daha fazla ilgilenmek istemiyor; bununla birlikte “şeyler” (zaman-testli yaşam kaynakları) olmaksızın kendi için ve kendiliğinde var olabileceğine inanıyor. Fakat sanatsal yaratımın doğası ve anlamı, genel olarak yaratıcı eserin doğası gibi yanlış anlaşılmaya devam ediyor; çünkü hisler sonuçta her zaman ve her yerde her yaratımın bir ve tek kaynağıdır.

İnsanda alevlenen duygular insanın kendisinden daha güçlüdür… Her ne pahasına olursa olsun iletilecekleri ya da işe dökülecekleri bir çıkış bulmak -açığa çıkacağı bir form edinmek- zorundalar. Hız için, uçmak için duyulan özlemden başka bir şey değillerdi ki uçağın doğuşunu sağlayan dışsal şekli aradılar. Uçak Berlin’den Moskova’ya iş mektuplarını taşımak için değil, hıza duyulan özlemin karşı konulmazlığı içinde itaatkarca bir sürüş için dışsal formunu almıştı. “Aç mide” ve buna hizmet eden akıl, tabii ki var olan değerlerin amacını ve kökenini belirleme de her zaman için son bir söze sahiptir; ancak bu kendi içinde bir konudur.

Kazimir Maleviç Pathos No.1 Kış 2019 sayısında.